12 Eylül Darbesi; Tekelci Burjuvazinin Kanlı Yumruğu


“Geçmişle ancak, yaşananların sebepleri ortadan kalktığı zaman hesaplaşmış olacağız.” – Adorno –

Bundan tam 31 yıl önce, 12 Eylül 1980 günü ordunun tepesindeki beş general bir darbeyle “emir komuta zinciri içinde” iktidara el koydu. Bu müdahale ile Süleyman Demirel’in Başbakan’ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı; işçi sınıfının, emekten yana tüm güçlerin ekonomik ve siyasal örgütlenmeleri kapatılıp dağıtıldı, yöneticileri de tasfiye edildi. Başta DİSK ve ona bağlı sendikalar olmak üzere birçok sendika kapatıldı ve yöneticileri tu tuklandı. Öncü devrimci işçiler fabrikalardan atıldı. İşçi sınıfı ve emekten yana on binlerce komünist,  devrimci demokrat, sosyalist kişi ve örgüt yöneticileri cezaevlerine dolduruldu ve tamamına yakını işkencelerden geçirildi. Böylece Türkiye siyasetinin, ekonomisinin ve ideolojik-hukuksal yapısının yeniden tasarlanıp köklü biçimde değişime uğratıldığı yeni bir dönem başlatıldı.

Darbeciler; 12 Eylül darbesinin gerekçesi olarak ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir türlü Cumhurbaşkanı’nı seçememesini ve 6 Eylül günü Konya’da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şeriat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingini gösterdiler.

Oysa okul kantinlerinden sokaklara, mahallelere taşan sokak cinayetleri; kahve taramaları ve Alevi mahallelerine yönelen kitle katliamları; tanınmış bilim adamı, aydın, gazeteci ve sendikacılara yönelen -ve çok ses getirerek büyük infial uyandıran- karanlık cinayetler vb. halkı canından bezdirerek “ölümü gösterip sıtmaya razı etme”  ve  böylece darbeye elverişli psikolojik ortam hazırlama hedefine yönelik son derece planlı, kanlı ve karanlık bir tertibin sonucuydu. CİA’sından, MİT ve Kontrgerilla’sına, MHP’li faşist milislerden siyasi polisine ve sıkıyönetim yetkililerine kadar tüm failler bu tezgâhın parçalarıydılar. Alevi-Sünni farklılığını kaşıyarak yarattıkları Çorum, Kahramanmaraş ve Sivas kitle kırımları; her gün on beş-yirmi kişiyi bulan siyasi cinayetlerin tüm amacı; insanlarımızın çoğunluğuna “Açlığa da, hak ve özgürlüklerden yoksun kalmaya da razıyım; yeter ki çocuğum, eşim akşam eve sağ salim dönsün. Ne olacaksa olsun artık!” dedirtebilmekti. Bu ortamın iyice oluşması için -yani daha çok insanın öldürülüp dehşet ortamının daha da koyulaşması için- darbeciler, darbe gününü bile birkaç ay ertelediklerini sonradan itiraf ettiler.

“12 Eylül darbesinin asıl sebebi nedir?” sorusuna, darbeciler ve çok sayıda insan “Anarşi ve terör yüzünden.” yanıtını vermekteydi. Gerçekten de kanlı bilanço dehşet vericiydi: “Anarşi ve terör yüzünden denecektir. 22 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta çıkan olaylarda 109 kişi öldürüldü, 500 ev ve işyeri tahrip edildi. Sivas ve Çorum gibi yerlerde çıkan olaylarda çok sayıda insan hayatını yitirdi. 1977’de Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs’ı kutlamak için toplanan işçilerin üzerine ateş açıldı, 34 kişi öldü. General Evren, 12 Eylül darbesinden önceki iki yıl içinde 5 bin 241 kişinin teröre kurban gittiğini, buna son vermek için askerî müdahalenin zorunlu olduğunu ileri sürdü!” *[1]

Oysa psikolojik bir harekâtı yürürlüğe sokan karanlık güçlerin asıl hedefi “anarşi ve terör”ü durdurmak değil, tam tersine cinayet, terör ve kitle kırımlarını kışkırtarak darbeye ortam hazırlamaktı. Alevi-Sünni farklılığını kaşıyarak yarattıkları Çorum, Kahraman Maraş ve Sivas kitle kırımları; her gün on beş yirmi kişiyi bulan siyasi cinayetlerin tüm amacı; insanlarımızın çoğunluğuna “Açlığa da, hak ve özgürlüklerden yoksun kalmaya da razıyım; yeter ki çocuğum, eşim akşam eve sağ salim dönsün. Ne olacaksa olsun artık!” dedirebilmekti. Bu ortamın iyice oluşması için -yani daha çok insanın öldürülüp dehşet ortamının daha da koyulaşması için- darbeciler, darbe gününü bile birkaç ay ertelediklerini sonradan itiraf ettiler.

MHP çevresinde kümelenen faşist çeteler aracılığıyla sürekli tırmandırılan cinayetler, sokak terörü, darbecilerin diliyle ‘anarşi ve terör”; siyasetçilerin Cumhurbaşkanı seçememeleri, sorunları çözememeleri, beceriksizlikleri; 12 Eylül darbesine ortam hazırlayan ve gerekçe olarak kullanılan sözde nedenlerdi. Ve 12 Eylül’le birlikte, siyasi cinayetler, sokak terörü bitti; onun yerini ise işkencehanelerde, askeri ve sivil hapishanelerde, askeri mahkemelerde, darağaçlarında… en gaddar, en acımasız biçimde sürdürülen işkenceler, zulümler, ölümler şeklinde devlet terörü aldı. Mamak, Metris ve özelikle Diyarbakır cezaevlerinde insanı öldürmeden önce onursuz duruma düşürmek, hiçleştirmek, öz saygısını bitirmek için şeytanın aklına gelmeyecek zulümler icat ettiler. Ama bu ağır zulümlere çok sayıda insanımız direndi, Onlar için “Mesele, esir düşmekte değildi, / Teslim olmamaktaydı bütün mesele. Mazlum Doğan, Diyarbakır cezaevinde kendini yakarak zulmü bütün dünyaya aşikâr etti; ölüm oruçlarında birçok devrimci tutuklu ve mahkûm ölümü göze alarak direndi ve birçok savaşçı kendi bedenini ve canını ortaya koyarak bu sınıflar savasının esaret ortamında insanlık onurunu korudular.

Dolaysıyla darbecilerin terörü durdurmak gerekçesi, sahte ve demagojik bir gerekçedir. Tam tersine Cuntayı tezgahlayan güçler, önceleri darbeye ortam hazırlamak için alevlendirdikleri sokak terörünü, darbeden sonra sınıf terörü biçiminde işkence ve hapishanelerde, görevliler eliyle de faili meçhul cinayetler biçiminde –özellikle Güneydoğu’da- veya ev baskınlarında teslim olanları da katlederek sistematik biçimde daha da yoğunlaştırdılar.

Darbenin gerçek iç ve dış nedenleri ise daha derinde ve daha karmaşıktı.

Birincisi ve en önemlisi, ekonomik sistem tıkanmıştı, ülke derin bir ekonomik kriz içindeydi. O güne kadar geçerli olan “ithal ikameci” sermaye birikim modeli gerek iç, gerek dış bir dizi dinamikler nedeniyle tıkanmıştı. Borç bulunamıyor, Demirel’in deyişiyle “seksen sente bile muhtaç”  olunduğu için ithalat yapılamıyor, iç pazar doyurulamıyor, en temel ihtiyaç maddeleri için saatlerce kuyruklar da bekleniyor,  grevler giderek yaygınlaşıyor ve işçinin ücret talepleri karşılanamıyordu.

Bu derin ekonomik kriz; süreğen bir siyasi krize dönüştü. İktidar bloku içindeki çelişkiler sertleşince blok içinde tam bir dağılma baş gösterdi; siyasi partilerin toplum kesimlerini temsil edememe durumu ortaya çıktı. Zaten Türkiye’nin yapısı gereği –iktidar olmanın şiddet ve zor aygıtına göre,- son derece zayıf ve burjuvazi bakımından oldukça güvenilmez olan liberal iktidar aygıtları (meclis, siyasi partiler, hukuk sistemi, basın ve üniversite gibi yanlış bilinç aygıtları) işlemez oldu ve işlevsiz kaldı.

Özetle ekonomi işlemiyor, siyasal erk yönetemiyor, düzen debelendikçe daha büyük bir kriz içine yuvarlanıyordu. Yönetenler, eskiden olduğu gibi eski yöntemlerle yönetemiyor; bundan daha da önemlisi yönetilenler artık eskisi yönetilmek istemiyordu. Çünkü ekonomik kriz, siyasi krizi doğurmuş; her ikisi bir arada tam bir toplumsal krize evrilmişti.

İktidar bloku dağılırken karşı blok ise muazzam bir eylemlilik içindeydi. İşçi sınıfının yaygın, inatçı grevleri, artan kitle gösterileri, giderek siyasi istemlerle ayağa kalkarak ‘kendisi için sınıf” olmaya karar vermesi, öncü unsurların devrimci komünist bilinçle buluşması; devrimci demokrasinin ve komünistlerin –tepede olmasa da- faşist çetelere ve devletin komplolarına mahallelerde, işyerlerinde dayanışma komiteleri, direniş komiteleri içinde eylem birliğine yönelmeleri – örneğin Çorum’da ve İzmir TARİŞ direnişinde olduğu gibi- saldırıları geriletirken direnişlerin birer halk hareketine dönüşmesi burjuvazi için kabul edilebilir  şeyler değildi.

Burjuvazi; biriken bütün sınıf kiniyle elindeki en büyük araçları kullanarak tüm muhalif örgütleri dağıtmak, direnişleri kırmak, muhalefeti susturmak zorundaydı. Bu köklü yöntem değişikliğine iki yönden şiddetle ihtiyacı vardı: Yeni bir sermaye birikim rejimini, – yani IMF ve Dünya Bankası’nca dayatılan ve ÖZAL tarafından şekillendirilen “24 Ocak Kararları”nı;           ancak direnişlerin, karşı çıkışların olmadığı stabilize bir ortamda –ki bu ortamı Türkiye’de  ancak faşist bir darbe yaparak ordu sağlayabilirdi-  uygulayabilirdi. İkincisi de işçi sınıfının, kent ve kır emekçilerinin ve kaderini işçi sınıfıyla emekçi halkın kaderine bağlamış olan aydın ve gençliğin direnişini kırmak, örgütlülüğünü dağıtmak zorundaydı. Çünkü bu örgütlü güçlerin hak arama mücadeleleri ortamında birinci olarak 24 Ocak kararlarını uygulayamazdı, ikinci olarak da komünistlerin ve devrimci demokratların olası ittifaklarını ve halk yığınları arasında daha da kökleşerek devrime yönelmelerini engellenemezdi. Ayrıca Kürt özgürlük hareketinin ezilmesi ve Alevi muhalefetinin kıpırdanışlarının da susturulması gerekiyordu.

Öte yandan Türkiye’nin işbirlikçi tekelci burjuvazisi, 12 Mart darbesinde başvurduğu tüm kanlı, hoyrat şiddete karşın, arzu ettiği reorganizasyonu tam gerçekleştirememişti. 12 Mart’ın eksik bıraktıklarını tamamlamak gerekmekteydi.

Uluslararası tekelci sermaye de, azalan -hatta ABD’de % 5’lere kadar inip ‘yok’ denilecek düzeye inen- kâr oranlarını yükseltebilmek için,  krizi aşabilmek -hiç olmazsa erteleyebilmek- için yeni bir ekonomik politikaya yönelmiş; krizin tüm yükünü işçi sınıfı ve emekçi halk ve dünya halklarının sırtına yıkmak için vahşi kapitalizmin en ilkel ideolojisini, neoliberal-muhafazakâr anlayışı, parlatarak piyasaya sürmüştü. Reagan eliyle ABD’de, ‘Demir Leydi’ Margaret Thatcher eliyle İngiltere’de büyük grevleri kırarak, sosyal hakları budayarak, dolaylı ve dolaysız vergileri artırarak, serbest piyasa ekonomisiyle emekçileri piyasanın acımasızlığına terk ederek köklü bir politika değişikliğine yöneldiler. ABD; Türkiye, Şili, Arjantin, Pakistan… gibi ülkelerde bu politikaların uygulanabilmesi ve bu ülkelerin, sistemin kontrolünde kalması için en kanlı darbelere bile destek vermekten çekinmemekteydi. Öte yandan, ABD’nin Türkiye’de  en güvendiği kurum, NATO’un güney kanadının en etkili gücü olan Türk ordusuydu.  Kısacası, ABD, TÜSİAD, TİSK; darbecilerin arkasındaydı ve daha ötesi onu “mecburen ve acilen” göreve çağırıyordu.

Özetlersek; tıkanmış bir ekonomi ve derin bir ekonomik kriz, ağır bir siyasi ve toplumsal krizi besliyor. Köklü değişikliklere gitmeden eskisi gibi ve eski yöntemlerle yönetemeyen bir burjuvazi ve eskisi gibi yönetilmeye isyan eden bir işçi sınıfı ve geniş halk yığınları. Bu, tam bir devrimci durum tanımıdır.

Ne var ki bir devrimci durumu devrime dönüştürebilmek, yani krizi devrim yoluyla çözebilmek için uluslararası durumun ( ve elbet de uluslararası devrim güçlerinin), ulusal ölçekte işe “öznel etken”in; yani  işçi sınıfının ‘kendisi için sınıf olma bilinci’ ve kararlılığının, sınıfın devrimci partisinin; sınıfın kavgasını yönetebilme ve ayrıca tüm devrim ve demokrasi güçlerini sınıf çevresinde devrimci bir sel yatağında birleştirebilme ustalığı. Ve mutlaka güçler dengesinin elverişli olmaması nedeniyle bir muharebeyi kaybetse bile faşist darbe girişimini, kalkışmayı; eylemli olarak karşılama (genel grev, işyerlerini teslim etmeme, sokağa çıkma, pasif direnişler…) ve hiçbir koşulda, örgütlülüğü ve mücadeleyi kesintiye uğratmama… gibi niteliklerle donanmış olması gerekliydi.

Oysa herkesin bildiği gibi, devrim güçlerinin ideolojik ve politik düzeyi yeterli ve net değildi, örgütlülük düzeyi siyasi gericilik döneminde de varlığını sürdürerek savaşabilmeye hiç elverişli değildi. Ayrıca darbenin vuruşuyla bütün eksik zayıf yanların ortaya çıkışını bir fırsata çevirip o yetmezliklerin gözlerinin içine bakabilme devrimci cesaretini göstererek kendimizde, örgütümüzde devrime yabancı ne varsa yok etmeyi merkezi olarak silkip atmayı ve yeniden doğuşu başaramadık. Ayrıca asıl yapılması gereken ittifak; üç temel devrimci gücün, yani komünistlerle devrimci demokratların ve ve Kürt özgürlük hareketinin aralarında kuracakları ittifaktı. Bu temel ittifakın, diğer devrimci ve demokrasi güçlerini de etrafında toplamaması düşünülemezdi. Öznel nedenler ve ideolojik sorunlar nedeniyle ittifaklar var olmayan ulusal burjuvazide ve onun partisi olmayan CHP’de arandı.

Bütün bu ideolojik, politik ve örgütsel yetmezlikler sonucu olarak Türkiye solu; krizi, devrim yoluyla aşmayı başaramadı, darbeyi -bireysel ve grupsal direnişler ve kahramanlıklar bir yana- örgüt merkezleri olarak eylemli biçimde darbeye karşı koyamadı; savaşarak ve direnerek değil, deyim yerindeyse sürünerek karşıladı. Bu nedenle de – Kürt özgürlük hareketi dışında- Türkiye solu, yılar süren siyasi gericilik koşullarına direnerek, savaşarak ve böylece kendini devrimci bir dönüşüme uğratarak,  işçi sınıfı ve emekçiler arasında güçlenip kökleşerek var olmayı da başaramadı.

İyi bilinen bir toplumsal devrim yasası vardır: Bir toplumun bütün dokularını sarıp burgacına alan bir kriz, yani “devrimci durum”,  devrim doğuramaz ise bu bunalımdan çok kanlı bir karşı-devrim doğar. Asıl iktidarı tutan tekelci burjuvazi;  kendi koyduğu tüm kuralları da çiğneyerek elindeki en güvenilir ve en güçlü zor ve şiddet aygıtını devreye sokar ve faşist bir diktatörlük kurar. Bu faşist diktatörlük ortamında  krizin bütün yükünü emekçilerin üzerine yıkmak için ve böylece krizi karşı-devrimle aşmak için “dikensiz bir gül bahçesi” yaratıp bu rahat ortamda emekçilere kan kusturarak “istikrar” önlemlerini rahatça uygular. Bu operasyon, kimi zaman kitleler içinde kök salmış bir faşist parti eliyle (Almanya’daki Naziler gibi) olur, bazen -militarist ideolojinin güçlü olduğu (Türkiye gibi) toplumlarda- askerî faşist bir darbe de olabilir, bazen de bütün iktidar, güç ve zenginlik küçük bir oligarşik gücün (Nikaragua’da Somoza ailesi gibi) elinde yoğunlaşır. Her üç durumda da zalim, şidette sınır gözetmeyen tekçi bir devlet ortaya çıkar. Bu aygıt, emperyalizmin işbirlikçisi büyük tekellerin en gerici, en kanlı açık diktatörlüğüdür.

Krizi verili koşularda aşabilmesine imkân ve ihtimal bulunmayan Türkiye’nin işbirlikçi tekelci burjuvazisi; ABD’nin de desteğiyle orduyu devreye soktu ve silahlı kuvvetler 1980 yılının  11 Eylül’ü 12 Eylüle bağlayan gecesinde iktidara doğrudan el koydu. Darbenin asıl nedenlerini, gerçek amaçlarını ve arkasında kimlerin olduğunu açığa vuran o kadar çok örnek var  ki, olayın üzerindeki yalan örtüsünü en çarpıcı biçimde kaldırıveriyor.

İşte bazıları:

  • Eski Dünya Bankası uzmanı, Nakşibendi tarikatı mensubu, toplu sözleşmelerde Maden-İş ve Kemal Türkler  karşısında  MES (Madeni Eşya İşverenleri Sendikası) Başkanı olarak oturan, sonra 2. MC döneminde TÜSİAD ve TİSK tarafından Demirel’e müsteşar olarak verilen, İMF ve Dünya Bankası’yla görüşüp meşhur “24 Ocak Kararları”nı hazırlayan Turgut Özal; darbeden sonra Faşist Cunta tarafından “Ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığına getirilmiştir. Ki bu zat, devrimci işçi önderi faşist katiller eliyle katlettirildiğinde “Çok iyi olmuş, komünistti.” diye sevinebilen bir yaratıktı.
  • Bizim çocuklar işi bitirdi..”

İlk kez Mehmet Ali Birand’ın 12 Eylül Saat:04.00 (1984) adlı kitabında ortaya atılan, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın “yours boys have done it – seninkiler yaptı/bizim çocuklar işi bitirdi” anlamındaki konuşması, 12 Eylül Darbesi içinde ABD’nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştur. Bu mesaj Henze’den sonra Ankara’daki çocuklar başardı şeklinde Başkan Jimmy Carter’a iletilmiştir. Paul Henze 2003 yılında bir Türk gazetesine verdiği demeçte Bizim çocuklar işi başardı sözlerinin Mehmet Ali Birand’ın uydurması olduğunu belirtmiş. Ancak kısa bir süre sonra Birand; 1997’de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze’i yalanlamıştır.

  • Danışma Meclisi üyeliğine seçilen TİSK Genel Sekreteri ve Anayasa Komisyonu üyesi Rafet İbrahimoğlu sayesinde ve onun eliyle çalışma hayatı ve anti-sendikal düzenle ilgili konularda TİSK önerileri 1982 Anayasası’na kaynaklık etti. Anayasa Komisyonu’nun hazırladığı çalışma hayatı ile ilgili taslak, TİSK Genel Sekreteri ve Anayasa Komisyonu üyesi Rafet İbrahimoğlu tarafından hazırlandı. Ve MGK’nın bir kaç düzeltmesinden sonra kabul edildi. Bu hükümlere göre: hak grevi, siyasi amaçlı grev, dayanışma grevi, genel grev yasaktır. Ayrıca aynı maddenin 4. fırkasında grevin yasaklanabileceği ve ertelenebileceği öngörülmüş, bu durumlarda Yüksek Hakem Kurulu’nun sorun çözücü olarak devreye gireceği hükmüne yer verilmiş. Yüksek Hakem Kurulu’nun kararlarının da kesin bir toplusözleşme hükmünde olacağı belirtilmiştir. Anayasanın çerçevesini çizdiği grev hakkı, grev ve lokavtla ilgili kanuna da yansımış, yasada grev hakkı, sadece toplu sözleşme yetkisi olan sendika ile sınırlandırılmıştır. Böylece, sendikasız işçiler ile sendikalı oldukları halde, sendikalara konulan yetki barajını aşamamış işçilere grev hakkı kapalı tutulmuştur. Ölçü olması bakımından aşağıda verilecek rakamlar, işçi sınıfına dayatılan ‘otoriter’ ve “hız”lı sermaye birikiminin sonuçlarını yalın biçimde özetlemektedir.
  • Türkiye işbirlikçi tekelci burjuvazisinin en büyük patronu Vehbi Koç, darbe lideri Kenan Evren’e darbeden üç hafta sonra -3 Ekim 1980’de- bir mektup yazarak ve mektubunda özellikle aşağıdaki talep ve önerilerini iletecektir. Mektup elbette sahiplerine ulaşıp yerini bulacak, yani Koç’un hemen hemen tüm istek, talep ve önerileri yerine getirilecektir. Koç’un darbecilerden en önemli isteği ise “darbe rejiminin sürekli hâle getirilmesi”dir. Oğul Rahmi Koç ise, darbecilerin karar vermekteki hız, kararlılık ve netliğe hayrandır.

– “Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır.”

– “Şimdi; ‘Faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle birleşerek, Türk işçisini istismar ediyor.’ propagandası yapılmaktadır. Böyle bir iftira karşısında, işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar dikkatle incelenerek, taraflar için adilane bir şekilde ve asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bu düzenleme yapılırken, bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır.”

– “(…) DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar, bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak, kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır.”

– “Doğu Berlin’de kurulan Türkiye Komünist Partisi, memleketi dışarıdan ve içeriden yıkmak için son yıllarda çok şeyler yapmıştır ve hala yapmaya devam etmektedir. (…) Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır. Bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri muhakkak engellenmelidir.”

– “(…) Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Turgut Özal hakkında, birtakım dedikodular başlatılmıştır. Turgut Özal, bir dahi değildir. Onun da hataları olabilir. Fakat bu nazik dönemde, mevcudun içinde, meselelerimizi en iyi bilen insandır. Dedikodulara bakmadan, kendisini tutmakta fayda vardır.”

  • Oğul Rahmi Koç ise, darbecilerin karar vermekteki hız, kararlılık ve netliğe hayrandır.
  • 12 Eylül 1980 tarihinde Genelkurmay karargahında olan darbecilerden Tuğamiral Erhan GürcanVatan gazetesinde 12 Eylül 2004 tarihinde yayınlanan röportajında, iplerin kimin elinde olduğunu ve ‘Darbeciler’in, efendileriyle olan ilişkilerini anlatıyordu. Gazetecinin, “Hükümet kurulurken neler yaşandı?” sorusuna, amiralin yanıtı şöyleydi:

“Sakıp Sabancı, Vehbi Koç, İbrahim Bodur, Halit Narin sürekli Kenan Evren’e geliyordu. Sık sık görüşüyorlardı. Halit (Narin) benim arkadaşım olduğu için bana görüşmeleri anlatıyordu. Turgut Özal’ı onlar ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı yaptı. Ben karşı çıkıyordum da Halit Narin bana, ‘Yahu bizim adamımız, karşı çıkma!’ diyordu.”

  • · İbrahim Bodur, bir konuşmasında açıkça; “Askerî yönetim olmasaydı, 24 Ocak karaları kesinlikle uygulanamazdı.” diyecekti. iBülent Ecevit de; bu kararlar, parlamenter bir sistemde uygulanamayacağını belirtmişti darbeden hemen önce.
  • Darbeden hemen sonra TİSK genel başkanı Halit Narin, “Şimdiye kadar işçiler güldü, biz ağladık; şimdi gülme sırası bizde, ağlama sırası işçilerde!” derken ağzı kulaklarına varıyordu.

Darbenin sınıf özünü şu birkaç rakamdan daha net hiç bir şey ortaya koyamaz:11 Eylül günü ülkemizdeki sendikalı işçi sayısı, 3.000.000 (üç milyon) civarındadır. Bir yıl sonra bu rakam 1. 500, 000  sonraki yılarda giderek 1.000.000 sonra  750.000 ve şimdilerde ise yaklaşık 600.000 civarında sendikalı işçimiz var.

Ve çok daha önemli bir rakam; 12 Eylül’den önce emeğin milli gelirden aldığı pay % 34 iken, sonraki birkaç yıl % 16’lara kadar geriledi.  1980 yılında işbirlikçi tekelci burjuvazi, birbirine göbekten bağlı ikizleri doğurdu: 24 Ocak ‘istikrar paketi’ ve  faşist 12 Eylül  darbesi. İktisatçı Sungur Savran’a göre: 24 Ocak da bir bakıma ekonomi alanında 12 Eylül’ün ta kendisidir.”[2]**

Neden böyledir? Bunu anlayabilmek ve ikisi arasındaki bağı açıklığa kavuşturabilmek için -yalnızca emperyalizmi vurgulayıp onun sınıf özünü görmezden gelen milliyetçi soldan farklı olarak- 24 Ocak ve 12 Eylül’ü ve aralarındaki bağı, sınıflar mücadelesi zeminine oturtmak gerekiyor.

Öncelikle “24 Ocak Kararları’nın kendisi oldukça sınırlı bir yeniden yapılanmayı temsil eder.” Bu karaların asıl önemi “…burjuvazinin yeni bir sermaye birikimi kalıbına dönüşünün açılış hamlesi ve habercisi oluşunda yatar. Bu yeni birikim kalıbı, korunmuş bir iç pazar üzerinde odaklaşma yerine, dünya pazarıyla yeni-liberal temellerde bütünleşmeyi hedef alır. 24 Ocak’ın yolunu açtığı yeni-liberal ekonomi politikası stratejisi işte bu iki temel göreve bir cevap olarak ortaya çıkar. Yani 24 Ocak bir burjuva sınıf taarruzudur. Bu taarruz 12 Eylül ile birlikte doruğuna ulaşmış ve zaferini güvence altına almıştır. (Altını biz çizdik)”[3]***

Aradan geçen çeyrek 31 yıl içinde ise esas olarak işçi sınıfınayönelen bu her iki saldırının sınıfsal niteliği apaçık ortaya çıkmıştır :  “ … yeni-liberal strateji temelinde Türkiye burjuvazisi özelleştirmeler yoluyla sendikasızlaştırmayı ve işsizliği körükleyerek, kamu hizmetlerinin (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb.)  özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi yoluyla işçi sınıfını “her koyunun kendi bacağından asıldığı” bir ortama itip atomize ederek, “esnekleşme” taarruzuyla sınıfın dayanışmasını ortadan kaldırarak ve her bir işyerinin işçi kolektifini patronuna sıkı sıkıya bağlayarak, deregülasyon (kuralsızlaştırma) dalgası içinde tarımı uluslararası piyasanın kaprislerine terk etme yoluyla üretici köylülüğü yoksullaştırarak vb. burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler karşısında güç ilişkileri bakımından tartışılmaz bir üstünlüğe kavuşmasını sağlamıştır.” [4]****

Sonuç olarak; 12 Eylül Faşişt Darbesi, işbirlikçi tekelci sermayenin kanlı yumruğudur. İMF’nin dayattığı “24 Ocak kararları”nı; işçi sınıfımızın ve emekçi halkımızın örgütlü direnişinin şahlandığı,  DİSK’li işçilerin “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te!” diyerek  siyasi  grevler yapabildiği, ilerici halkımızın ve gençlerimizin faşist çetelere karşı mahallesini, sokağını, okulunu savunduğu; yer yer doğrudan demokrasinin en yaratıcı örneklerini vererek yerel yönetimlerde, mahalle ve fabrikalardaki direnişlerde halkın kaderini kendi elleriyle biçimlendirdiği bir ortamda uygulayamazlardı.

İşte böylesi bir ihtiyaç üzerine işbirlikçi burjuvazi, kendi koyduğu kuralları kendisi çiğneyerek (yani kendi anayasasını, partilerini ve meclisini lağvederek), Amerikalı yetkililerin ‘bizim çocuklar’ dediği generaller eliyle faşist iktidar alternatifini devreye soktu.

Ve 12 Eylül faşist darbesi; en büyük tahribatını beyinlerde, yüreklerde ve vicdanlarda yaptı. Örgütlenerek direnme ve hak arama, dayanışma bilinci yok edildi. Emek, bilim, eğitim, sanat, üretme, yaratma gibi gerçek değerler aşağılandı, değersizleştirildi, gözden düşürüldü. Onun yerini bireycilik, bencillik, başkasını düşürerek yükselme, en az emekle en büyük vurgunu vurup köşeyi dönme gibi alçaltıcı ‘yükselen değerler’ aldı. Örgütlerek direnmekten, vebadan kaçar gibi kaçan, özgürlüğü ise bir tüketim manyağı olup istediği gibi para harcayabilme özgürlüğü olarak anlayan acayip bir insan tipi türedi. Özetle neoliberal serbest piyasa ekonomisi; herseyi satılığa çıkarmakla kalmadı, yalnızca işsizliği, örgütsüzlüğü, yoksulluğu ve maddî sefaleti doğurmakla kalmadı, korkunç bir manevi sefaleti ve çürümeyi de yaygınlaştırdı.

Şimdi ise bize düşenin birincisi; bu manevi sefaleti ve çürümeyi önce durdurup sonra tersine çevirmektir. Siyasi gericilik döneminde de içeride dışarıda dayanışmacı ve mücadeleci sosyalist ilişkiler ağını koruyup yaşatmayı başaran devrimci kolektifler; bu görevi cesaretle üslenmek ve ideolojik karşı taarruzu ayağa kaldırmak zorundadırlar.

İkincisi ise, yine bu yangından çelikleşerek çıkan komünist ve devrimci demokrat kadrolar olarak ; 12 Eylül’de yapmamız gerekip de yapamadıklarımızı, yapmamız gerekenleri niçin yapamadığımızı bilince çıkarmak; içeride-dışarıda gösterdiğimiz direnişleri unutmamak, unutturmamak; geçmişimizde iyi olan ne varsa, doğru olan ne varsa, yiğit ve dayanışmacı olan ne varsa almak, bu değerleri günün devrimci Marksist bilgisini üreterek onunla kaynaştırmak; her dönemde  -ve özellikle de en zor koşullarda-  ayakta duracak, savaşacak bir partiyi, işçi sınıfının devrimci partisini yaratmak zorundadırlar.

Ve ülkemizde tüm dünyada direnerek ayakta kalmayı başaran kadrolara düşen muazzam tarihsel görev; olağanüstü bir tarihsel girişim ruhuyla ayağa kalkarak bütün kıtalarda ayaklanmalarla kendini ortaya koyan işçi sınıfı ve halkların  devrimci parti silahını kuşanmalarını sağlamak ve böylece -tarihsel ve toplumsal olarak son sınırına dayanmış ve biz örgütsüz olduğumuz ve dolaysıyla zayıf düştüğümüz için tarihten zaman çalarak ömrünü uzatmaya çalışan-  burjuvaziyi yenip onun içinde debelendiği krizi; Türkiye, Ortadoğu ve giderek Dünya devrimiyle çözüme kavuşturmaktır. Ve Adarno’nun dediği gibi bu yaşadıklarımızın nedenlerıni ortadan kaldırdığımız zaman“… geçmişle hesaplaşmış olacağız.” Başarabiliriz.


[1]* Türker Alkan, “Allah Göstermesin!”, Radikal, 13 Eylül 2009, s.17.

[2] **      Sungur Savran : Yeni-liberalizmin muzaffer çeyrek yüzyılı

[3] ***    Savdan, Age.

[4] ****  Savran, Age