Haziranda Ölmek Zor


ÜÇ BÜYÜK SANATÇI; ÜÇÜ DE DEVRİMCİ, ÜÇÜ DE KOMÜNİST :

Nâzım HİKMET, Orhan KEMAL, Ahmet ARİF

GERÇEKLİK; BİLİM ve SANAT

Marks’ın çok sık andığım bir sözü vardır: “ Eğer görüntüyle gerçeklik tam olarak üst üste çakışsaydı ya da gerçek apaçık ortada olsaydı bilime ne gerek vardı.” Demek ki gerçekliğe ulaşmak için görünenin ötesine geçmek, asıl gerçeği yakalamak için derinliklerdeki bağlantılara ve değişime yön veren dinamiklere erişmek gerekiyor. Bilimsel yöntem ve emekle bu gerçekliği ortaya çıkarıp açıklayıp dupduru bilince çıkarmak olanaklıdır.

Görünenin ötesine geçip insanî ve toplumsal gerçekliğe erişebilmenin bir başka yolu da sanatsal yaratıcılıktır. Üstün yetenekli sanatçılar; yaratıcı gücü ve derin sanatçı sezgileriyle bir başka biçimde görünenin karmaşık ortamını aralayarak insanın ve toplumsal akışın en derin, en karanlık noktalarına kadar inip ışık tutabilir. Tıpkı Shakespeare’in yaptığı gibi sanatçı dehasıyla insan bın iç dünyasının en karanlık noktalarına kadar inip tutkularımızı, gücümüzü-güçsüzlüğümüzü bütün çelişki ve karmaşıklığı ile betimleyip apaçık ortaya koyabilir. Ya da Balzac’ın yaptığı gibi –muhafazakar dünya görüşünün sınırlarını sanatçı dehasıyla parçalayarak, büyük bir geçiş döneminin sancılarını yaşayan bütün bir Fransız toplumunun, tüm insan tiplerinin ve karmaşık sınıf ilişkilerinin eksiksiz bir topografyasını çizebilir.

Ne var ki; bilim kavram ve terimlerle düşünür; kanıtlanabilir bilgi üretir ve öğretir. Oysa sanatın ürettiği bilgi, soyut kavramlara değil, imgelere,insanî somutlamaya dayanan farklı türden bir bilgidir. O nedenle de yalnızca öğretmekle kalmaz –daha doğrusu öğretmekten çok- gerçeği sezdirir, yaşatır. Örneğin Michelet’in “Fransız İhtilali Tarhi”ni okursanız bu büyük ihtilali öğrenirsiniz; bu konuda bilgilenmiş olursunuz. Oysa Dickens’in “İki  Şehrin Hikâyesi”ni ya da Anatole France’ın “İlahlar Susamışlardı”sını okursanız, bütün hücrelerinizle, etinizle kemiğinizle  bu devrimin içinde yaşarsınız. İşte bu nedenle de sanat –özellikle de edebiyat ve şiir sanatı- bilgi evrenimizi geliştirmekten daha çok, bizim insan yanımızı besler, duygu dünyamızı zenginleştirir, bakışımıza derinlik ve keskinlik kazandırır, yaşamımıza güzellik ve anlam katar; tek sözle bizim insan yanımızı besler.

Eğer üstün sanatçı yeteneğine sahip bir yaratıcı; sanatçı sezgisinin yanında, aynı zamanda gerçekliği bütün bağlantıları, bütün zenginliği ve derinliğiyle okuyabilmesini kolaylaştıran bir devrimci bilince, yani Marksist formasyona sahipse hayatın derinine nüfuz etmesi ve onu sanatıyla yeniden biçimlendirmesi çok daha başarılı ve etkili olur.

HAZİRANDA ÖLMEK ZOR

Yaşamımıza güzellik ve anlam katan, bakışımıza bilinçlilik, keskinlik, derinlik kazandıran,  eşsiz ürünleriyle bizim dayanışmacı, dirençli, vicdanlı -yani insanî- yanımızı sürekli besleyen üç büyük sanatçıyı, üç devrimciyi Haziran başında kaybetmişiz. En başta Türkiye İşçi sınıfı olmak üzere tüm ilerici insanlık; 3 Haziran 1963’te Nâzım HİKMET’i , Haziran 1970’te  Orhan KEMAL’i,  2 Haziran 1991’de de Ahmet ÂRİF’i yıldızlara uğurladı.

Bu üç büyük sanatçının; üstün sanatçı yetenekleri yanında önemli ortak niteliklerinden biri de; aynı devrimci dünya görüşüne sahip olmalarıdır. Her üçü de birer Marksist, örgütlü komünist ve TKP üyesiydiler. Kendi bireysel yazgılarını ve yaşamlarını işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş mücadelesine bağlamışlardı. Sahip oldukları Marksist formasyon; hayata, daha çok yönlü, daha derinliğine bakabilmelerini, gerçeklikteki tüm iç bağlantıları görebilmelerini ve değişimi dupduru bilince çıkarabilmelerini olanaklı kılmış ve bu durum, onların sanatçı yaratıcılıklarına olağanüstü güç katmıştır. Tıpkı yoldaşları Gorki’de, Aragon’da, Neruda’da… olduğu gibi.

Kuşkusuz bir sanatçı için  partili olmak, zorunlu değildir; ne ki partili olursa eğer, sanatçı kişiliğine bunun katkısı çok büyük olmaktadır. Tekrara düşmekten çekinmeksizin bir kez daha belirtelim: Yetenekli bir sanatçının devrimci bir formasyona sahip olması ve örgütlü olarak emekçilerle birlikte daha güzel yani “gündüzleri sömürülmeyen/geceleri aç yatılmayan” bir dünyayı inşa etmek için boylu boyunca mücadeleye girmesi, onun için değeri ölçülemez müthiş bir olanaktır.

Neden? Çünkü bu sayede sanatçı bakışı derinlik ve keskinlik kazanır; nefesi açılır ve ufku evrensel ölçekte genişler; yaratıcılığı serpilip gelişir ve gerçekliğin en can yakıcı ortamında, en düşmüş-düşürülmüş insanında bile geleceğe ilişkin filizleri görür. Nitekim, Nâzım Hikmet, Orhan Kemal ve Ahmet Arif’in; büyük sanatçı yetenekleri ile devrimci bilinçleri ve komünist vicdanları tek bir yaratıcı potada yoğrularak Memleketimden İnsan Manzaraları, Gurbet Kuşları, Hasretimden Prangalar Eskittim… ve başka adlarla somutlaşmış, ölümsüzlüğe kavuşmuştur.

Ölmenin ve ölümü kabullenemeyişin en zor olduğu bu Haziran ayında bu üç sanatçıyı anarken, onların eserlerini yorumlayıp değerlendirirken; Nâzım Hikmet’in, Orhan Kemal’in, Ahmet Arif’in

  • Marksist formasyona sahip birer devrimci olduklarını,
  • İşçilerin birliğini, halkların eşitliğini ve kardeşliğini savunan birer enternasyonalist olduklarını,
  • Yeteneklerini, sanatlarını, hayatlarını işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş davasına adadıklarını,
  • Dünyanın neresinde olursa olsun zalimlerin karşısında, mazlumların yanında yer aldıklarını
  • Her türlü acıyı, çileyi göze alarak örgütlü savaşa girdiklerini, birer  (tarihsel) TKP üyesi olduklarını ve
  • Bu seçimlerinin sanatlarına zarar vermek bir yana, tersine yaratıcılıklarını besleyip zenginleştirdiğini; eserlerini kalıcı ve evrensel ölçekte değerli kıldığını bir an bile gözden ırak tutmamak; bu yoldaşlarımızın bu niteliklerini görmezden gelen veya onların devrimci bilerek gizleyen ulusalcı ve liberal kalpazanların tasallutlarından korumak gerekir.

İŞÇİ SINIFINA VE DEVRİME SEVDALI BÜYÜK BİR OZANI,

NÂZIM HİKMET’i ANLAMAK VE ANMAK

nazim-hikmet

ben Türk şairi komünist Nazım Hikmet ben,Ben, bir insan,

tepeden tırnağa iman,

tepeden tırnğa kavga, hasret

ve ümitten ibaret ben

Türk ve dünya şiirinin büyük ustası Nâzım Hikmet’i,  3 Haziran 1963 günü, tüm dünya proletaryası ve tüm ilerici insanlık yıldızlara uğurlamıştı. Aradan tam kırk sekiz yıl geçti. Fakat onu, içini hiç durmadan yakıp kavuran bir memleket hasretiyle sonsuzluğa uğurlamış olmanın yarası hâlâ taptaze ve hâlâ içimizi kanatmaya devam ediyor.

imagesÇok yorgunum, beni bekleme kaptan.

Seyir defterini başkası yazsın.

Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman,

Beni o limana çıkaramazsın…

Ne var ki şiirleri de taptaze ve hâlâ yepyeni. Yaratıcı dehasından, komünist yaşamı ve bilincinden gür bir çağlayan gibi doğan şiirleri, yaşanası bir dünya kavgamızın parıltılı ışığı olmaya devam ediyor. Ne zaman ki yığınların kavgası eşitlik ve özgürlük için yükseliyor, ne zaman ki devrim için örgütlü mücadele güç kazanıyor; apaçık görüyoruz ki onun türküleri bu kavgaya daha bir gür sesle eşlik ediyor.

Nazım HikmetAkın var güneşe akın

Güneşi zapt edeceğiz

Güneşin zaptı yakın!

 

Nâzım’ın şiirleri neden her dem böyle taptaze, dipdiri?

  • Çünkü Nâzım’ın şiirleri; bizim en insanca düşlerimizin, en büyük umutlarımızın,  en soylu özlemlerimizin en yoğun, en yalın ve en güzel ifadesiydi. Bu gün de böyledir, kuşkusuz gelecekte de böyle olacaktır.

n3Kapansın el kapıları bir daha açılmasın,

Yok edin insanın insana kulluğunu,

Bu davet bizim!

 

  • Çünkü Nâzım Hikmet’in şiirleri; uğruna yaşamını adadığı işçi sınıfının ve emekçilerin ortak aklıydı, ortak bilinciydi ve bu eşsiz şiirler, tüm ilerici insanlığın yiğit ve gür sesiydi. Bu şiirler, bu niteliklerini bu gün de koruyorlar


images (1)yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,

Annelerin ninnilerinden spikerin okuduğu habere kadar,

anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,

anlamak gideni ve gelmekte olanı…

  • Çünkü Nâzım Hikmet;  komünist bir şairdi,  yani tam bir insandı; yani halkın en yiğit, en özverili, en vicdanlı ve en bilinçli oğullarından biriydi; “tepeden tırnağa iman ve ümitten ibaret” bir savaşçıydı. Kaderini işçi sınıfının, kent ve kır emekçilerinin kaderine bağlamış; yeteneğini, beynini, yüreğini ve tüm ömrünü emeğin kurtuluş mücadelesine adamış bir devrimciydi.
  • Çünkü Nâzım Hikmet; teslim olmadı, boyun eğmedi; onun devrimci yaşam çizgisinde en küçük bir kırılma, bükülme olmadı ve son nefesine kadar inançlı komünist çizgisini –aynı devrimci doğrultuda geliştirerek- titizlikle korudu. Onun için “Mesele eşir düşmekte değil”di“Teslim olmamakta(ydı) bütün mesele. Bu tutumuyla, gelecek kuşaklara; inançları  ile  yaşamını, şiirleri ile örgütlü devrimci faaliyetlerini sımsıkı kaynaştırabilmiş muhteşem bir komünist kişilik örneği sunmayı başardı.

(NÂZIM HİKMET ŞİİRİNİN ÖZGÜNLÜĞÜ VE YÜKSEK SANAT DÜZEYİ)

  • Çünkü Nâzım Hikmet; sanat değeri çok yüksek,  özgün bir şiir evreni kurdu. İlk gençlik çağının oldukça başarılı hece denemelerini bir karara koyarsak, Ekim Devrimi Rusya’sında komünist bilinci kuşanıp  Mayakovski’nin uzunlu kısalı dizelerinde ve merdiven basamakları gibi sıraladığı dize istifinde kendi dile getirmek istediği öze (muhtevaya) uygun düşecek cesur biçim’i buldu. “Açların Gözbebekleri” şiirini, Türk şiirindeki – serbest  müstezat   dahil-  bütün biçim kurallarını altüst eden serbest ölçü’yle kaleme aldı.

Açların Gözbebekleri 

Değil birkaç
değil beş on
otuz milyon

bizim!

……………………..

fotoğraf(6)Değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000!
Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!

Bu yepyeni dünyanın kendisinde yarattığı yoğun düşünce ve duygu zengihliğini, bu serbest ölçüyle şiirleştiren ürünler birbirini izledi. 1929 yılında, Güneşi İçenlerin Türküsü, Salkımsöğüt, Açların Gözbebekleri, Makinalaşmak, Bahri Hazer…vb  siirlerin yer aldığı “835 satır” adlı kitap; Türk şiir ve edebiyat dünyasında tam anlamıyla bir deprem etkisi yarattı.

Bütün bu aykırı şiirler; Yahya Kemal’e, Ahmet Haşim’e, Fecr-i Âtî’ye, Beş Hececiler’e alışık; Yedi Meşaleciler’e ise genç yetenekler diye umutla bakan*  bir sanat ortamında sunuldu ve Nâzım işte bu ortama, özü ve biçimiyle yepyeni bir şiir, yepyeni bir ses, farklı ama yalın ve olağanüstü bir güzellikle geldi.

Bütün yerleşmiş değerler, yerinden oynadı;  eski-yeni tüm usta sanatçılar şaşırdılar, tutum almaya çalıştılar; ama bu aykırı güzelliği beğenmemezlik edemediler. Okur kitlesi ise bu yeni coşkun sesi benimsemekte hiçbir duraksama göstermedi.

İkinci kitabı Jakond  ile Sİ-YA-U ve diğerleri… incelendiğinde; Nâzım Hikmet’in -bütün bu öz ve biçim yeniliği ve aykırılığına karşın-  geleneksel şiirimizin söyleyiş güzelliklerinden yararlanmak, onun özsuyundan beslenmek ve çağdaş bir bireşim(sentez)e varmak gayreti içinde olduğu, açıkça görülür. Bu yepyeni şiirleri, okuyucunun hiç yadırgamayıp  hemen benimseyişinin önemli bir nedeni de budur.

Nâzım, özlediği senteze Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936) ile ulaşacaktır. Bu eserinde;  hem divan, hem halk şiir geleneğinden beslenen, Türkçe’nin ve geleneksel şiirin bütün söyleyiş ve ses güzelliklerini kucaklayan, olağanüstü değerde ve etki gücünde YENİ ŞİİRE ulaşmayı başarmıştır. Bu destan; değeri ve üstünlüğü tartışılmayan, herkese, şiirde ne yapılması gerektiğini gösteren bir yapıt olmuştur.

Nâzım Hikmet, 1938’de 28 yıla mahkûm olup cezaevine girer. Artık kitapları basılmaz olur. Şiiri tamamen ortalıktan çekilir. İstanbul, Ankara, Çankırı, Bursa cezaevlerinde geçen tam on iki yıl. Bu hapishanelerde toplumsal koşulların suça ve uçuruma sürüklediği insanlarla iç içe yaşar. Artık biçimsel sanat oyunlarından uzak, tamamen yerli ve o ölçüde de evrensel bir sanatçıdır.

1950 affıyla özgürlüğüne kavuşmuş olsa da, şiirleri ve kitapları tutsaktır. Yani ta 1965’lere kadar yaklaşık otuz yıl kitaplarının basılması, okunması yasaktır. Düşman sınıfın iktidarları yalnız bu şiirleri yazan sanatçıyı ezmeye ve yok etmeye çalışmakla, bu şiirlerin yayımlanmasını engellemekle yetinmedi; bu şiirleri cezaevinden sızdıranlara, gizli gizli okuyanlara ve el yazısıyla çoğaltıp dağıtanlara da kan kusturdu; onların işlerini,  mesleklerini, öğrenciliklerini ve özgürlüklerini ellerinden aldı; yaşamlarını kararttı.

Hapishane yıllarının en büyük eseri, Nâzım’ın kült eseri, Türk ve Dünya edebiyatının en büyük eserlerinden biri :Memleketimden İnsan Manzaraları’dır. Nâzım, bu eserinde öz-biçim diyalektiğini başarıyla senteze ulaştırmakta yeni bir düzeye erişmiştir. (Ancak –geçerken altını çizmeliyiz ki-  devrimci bir sanatçı bu başarı noktalarından birinde çkılıp kalır ve kendini tekrarlayarak duralarsa, geriler. Devrimci sanatçı; değişerek zenginleşen yaşamla birlikte kendisinde biriken özü de sürekli zenginleştirip dönüştürmeli, bu öze en uygun biçimleri arayıp bulmalı ve böylece kendisini sürekli yenilemelidir.  Nâzım, bu gayreti son nefesine kadar sürdürmüştür.)

Memleketimden İnsan Manzaları’nda; destan, roman, öykü, senaryo ve şiir sanatının nasıl bir yaratıcı potada yoğrulduğunu görüp hayran kalmamak elde değildir. Değişen toplumsal yaşama;  devrimci, derinliğine ve alışılmadık bakışının kendisinde yarattığı yeni öze (muhtevaya) uygun  -elde hazır bir biçim olmadığı ve olamayacağı için- yeni bir sanatsal biçim çabasına girmiş ve böylece  bu önemli çağdaş mitos ortaya çıkmıştır. Zaten bir sanat eserinde; etkiyi, yeniliği, ilginçliği, özgünlüğü ve yeni bir güzelliği yaratan da  bu yeni öze en uygun yeni sanatsal biçimi bulabilmekteki ustalıktır.

Nâzım’ın şiirini güçlü kılan nitelikler;  bir yanıyla, gerçekliğin ta derinliklerine inen devrimci bakışının yarattığı öze en uygun sanatsal biçimi bulmaktaki ustalığı; öte yandan ise bütün alışılmadık öz ve biçim ihtilaline karşın Türkçenin ve geleneksel şiirimizin söyleyiş ve ses güzelliklerinden yararlanarak özgün bir sentezi gerçekleştirmesidir.

Türkçe’nin en yüce şiirsel doruklarına erişen Yunus Emre, Karacaoğlan, Nedim, Yahya Kemal… şiiri Nâzım’la yeni bir niteliğe yükselir: “açıklık, dışa dönüklük, su gibi akan bir dil, sözcüğün sözcüğe vuruluşu…( yani sözcükleri yan yana getirme ve bağlamadaki ustalık- Y.Erdem)” Bir başka deyişle Nâzım’da devam eden bu şiir çizgisinin ortaya koyduğu şiir; “… açık, dışa dönük, sözcüklerin ve söyleyişin şiirine ağırlık veren, imgeleri anlatıma güç katmak için kullanan bir şiirdir.” (s.304)**

1965’lerden sonra kitapları yeniden yayımlanarak gün ışığına çıkınca edebiyat dünyası (dünya edebiyatında bir benzeri görülmedik bir biçimde) ikinci kez büyük bir depremle sarsılır. Önceki kuşakların mahrum kaldığı bu göz kamaştırıcı kaynaktan 68 kuşağı kana kana içer. Şiir ve edebiyat dünyası bir anafordan sonra yeniden bir dizilişe uğrar. Dünya’da ise o artık tüm insanlığın yüce şiir doruklarından biridir. Tıpkı yoldaşları Aragon, Ritsos, Neruda… gibi.

Ömrünün sonuna doğru, şiiri saman sarısı saçlı ve mavi kirpikli genç kadına duyduğu aşkla birlikte  farklı bir zenginliğe evrilir. Ve hiç dinmeyen memleket hasretini dile getiren eşsiz güzellikteki şiirleriyle…


Gökte bulut yok,
TUNA ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR

Söğütler yağmurlu,
Tuna’ya rastladım,
Akıyor çamurlu çamurlu…
Hey Hikmet’in oğlu, Hikmet’in oğlu!
Tuna’nın suyu olaydın,
Karaorman’dan geleydin,
Karadeniz’e döküleydin,
Mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin…
Geçeydin Boğaziçi’nden,
Başında İstanbul havası,
Çarpaydın Kadıköy İskelesi’ne,
Çarpaydın, çırpınaydın,
Vapura binerken Memet’le anası…

 

Nazım HİKMET

NÂZIM’I ANMAK DEMEK…

Nâzım’ı; ona hayatı zindan eden nasyonalistlerin, onu kutsal bir  ikona dönüştürüp  şiirlerindeki devrimci özü perdelemeye ve onun bir komünist, bir partili olduğunu, ömrünce bir tek “TKP üyesi” olmakla övündüğünü unutturmaya çalışanların elinden kurtarmalıyız. Uzun siyasi gericilik döneminin yol açtığı çürüme ortamında Nâzım’ın ve diğer tüm ölümsüz ölülerimizin enternasyonalist devrimci kişiliklerine bulaştırılmak istenen ulusalcı veya liberal kirlere izin vermemeliyiz; Nâzım’ı ve tüm yoldaşlarımızı, onlara yaraşır şekilde anmalıyız.

Özetlersek; kalemini, dehasını, yüreğini ve tüm yaşamını

  • İşçi sınıfı ve tüm emekçilerin zaferi,
  • Halkların eşitliği ve kardeşliği,
  • İnsanların “… bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçe” yaşadığı bir dünya  için savaşmaya kendini hiç sakınmadan adayan ve
  • Bu uğurda savaşan işçi sınıfı ve tüm emekçilerin bu kavgasına eşsiz şiirleriyle  eşlik eden ve güç katan Nâzım HİKMET‘i  büyük bir özlem, saygı ve sevgiyle anıyoruz.

Marks’ın mezarı başında yoldaşı Engels tarafından yapılan konuşmanın son tümcesini  -bu büyük ölümsüz yoldaşların izniyle-   değiştirerek Nâzım Hikmet için de tekrarlamak istiyorum.

Adı yüzyıllarca yaşayacak, şiirleri de!..

Ve kavgamızın bu yüce doruklarının; enternasyonalizme, örgütlü mücadeleye, devrimci bir partiye ve komünist devrime olan inançlarını yaşatmak; umutlarını, hasretlerini ve büyük düşlerini kavgamızda var etmek, davalarını zaferle taçlandırmak için savaşmak biz komünistlerin ve yeni komünist kuşakların boyun borcumuzdur.

Ve yolumuz işçi sınıfının devrim yoludur.

Türkiye İşçi Sınıfına Selam

Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen,
gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.

Türkiye işçi sınıfına selâm!
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimize,
hasretimize, ayyıldızı esir bayrağımıza.

Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!

Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!

Nâzım Hikmet (12 Ağustos 1962)

Yusuf ERDEM – Maltepe, Mayıs 2011

Notlar ve özet kaynakça :

  • *   Mehmet Fuat: Aydınlar Sözlüğü, Adam Yay.
  • ** Mehmet Fuat: Aydınlar Sözlüğü, Adam Yay.
  • Yusuf Erdem: Mavi Sanat Dergisi, BKS Yay.
  • Doğan Aksan: Nâzım Hikmet Şiirinin Gücü, Bilgi, Yay.