Ne zaman vakitsiz bir ölüm haberini alsam, ne zaman genç bir fidana kıyıldığını duysam, hep Yunus’un şu dörtlüğü dilimin ucuna gelir ve yüreğimi yakıp kavurur: “ Şu dünyada bir nesneye / Yanar içim göynür özüm / Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi.”
Dörtlükte geçen “göynümek-göynükmek” sözcüğü; Anadolu’da hâlâ kullanılan ve ‘dayanılmaz bir acının bir yumruk olup insanın boğazına oturması, bağıra bağıra ağlamak isteyip de bir türlü ağlayamamak’ anlamına geliyor. Genç bir insanın ölümünü, henüz başağa durmak üzere olan yeşil buğdayların biçilmesine benzetiyor Yunus!
Oysa hastaneye kaldırılışının 269. (11 Mart 2014) gününde kaybettiğimiz Berkin, henüz 13 yaşındayken henüz başağa bile durmamış taze, körpe bir buğday filiziydi. Bir kaza ile ölmedi; katliamcı burjuva devletinin kanlı ökçeleri altında ezildi. O gün Okmeydanı’nda Gezi Direnişi’ne destek eylemi vardı. Evden ekmek almak için çıkarken annesine dönüp “Aneyyy, senin ayağın sakat , bir olay olursa koşamazsın, kaçamazsın…” diyen Berkin, az sonra yöneticilerin “destanlar yarattınız” diye sırtlarını okşadıkları ve saldırganlıkta cesaretlendirdikleri üniformalı katiller tarafından gaz fişeğini mermi gibi kullanarak kafatasından ağır yaralandı ve komaya girdi. Tıpkı bilerek-isteyerek (taammüden) nişan alıp biber gazı kapsülünü bir kurşun gibi kullanarak öldürdükleri, yaraladıkları çok sayıda genç yaştaki ağabeyleri gibi yok edildi. Çalmakla, halkı soymakla, kendisi gibi düşünmeyen herkese kin ve nefret kusmakla, bunun için her türlü yalanı, senaryoyu, tezgahı ısrarla ve inatla sürdürmekle meşgul durumda bulunan vicdandan yoksun yaratıklar; öldürülenlerle ilgilenmediler elbette, sadece öldürenleri gizlemek ve hatta ödüllendirmekle iştigal ettiler.
11 Mart 2014 sabahı, kapalı ağır bir gökyüzü, ince, sinsi bir yağmur ve kara bir haberle başladı. Berkin, 269. Günde direnmekten vaz geçmiş, bizleri terk etmişti. Yaşlı yüreğimde derin bir acı, gözlerimde yaş; Berkin’le birlikte bir kez daha öldüm.
Birkaç yıl önce kendi kuşağım olan 68’lilerle ilgili olarak kaleme aldığım bir şiirimde iki şu iki dize yer almaktaydı: “O günden bu güne / Ne çok hayatlar yaşadım / Ne çok ölümler öldüm.”
Evet; o günden bu güne, devlet ve devlet destekli paramiliter fasişt çetelerce öldürülen her genç yoldaş, her devrimci sendikacı, her namuslu aydınla birlikte, faili devlet olan her kitle (Çorum, Maraş, Sivas, Roboski) katliamıyla birlikte, yeniden öldüm, yeniden ölüyorum. Ama artık içimi yakıp kavuran acı, bir yumruk olup boğazıma oturmakla kalmıyor; gözyaşlarımı tutamayıp hüngür hüngür ağlıyorum. Tıpkı Ali İsmail’in polis ve yardakçıları tarafından ellerindeki odunlarla, tekmelerle dövülerek sokak ortasında öldürülmesinde olduğu gibi bağıra bağıra ağlamak istiyorum. Hele hele iktidarın valisinin “Arkadaşları tarafından dövülmüş olabilir” dediğinde; içinizi yakan yalnızca genç bir insanın kaybından duyulan derin acıdan değil, aynı zamanda vicdanımızı kanatan haksızlık duygusu ve içinizden taşan dayanılmaz öfke yüzünden bağıra bağıra ağlamak, haykırmak istiyorsunuz.
Yine de Berkin için duyduğum acı, beni isyana sevk eden öfke bir başka türlü. O daha genç bir fidan bile değildi, bir filizdi, o daha bir çocuktu. Ne yazık ki; “269 gün direndin, diren be Berkin!” ve Anadolu halklarının vicdanının yoğunlaşmış ifadesi olan devrimci-demokratların, Berkinin arkadaşlarının “Uyan Berkin, Ekmeği Biz alacağız!” dilekleri gerçekleşmedi.
Ne var ki yaşlı tarih bize şunu öğretiyor: Hiçbir bir soygun düzeni ve o düzeni ayakta tutmak için çırpınan hiçbir eli kanlı, zalim diktatörlükler ve diktatörler sonsuza kadar iktidarda kalamazlar. Özellikle de acılarımız, öfkemiz, adalet duygumuz yoğunlaşarak yığınları içine alan bir harekete dönüştüğünde; bir örgüte, yani devrimci bir omurgaya ve öncüye kavuştuğunda bu zalimler, bu zulüm ve soygun çarkı bir gün bile iktidarda kalamaz. Biz yeterince örgütlü olmadığımız için, isyanımızın beslediği devrimci enerji ziyan oluyor; işte bu yüzden bu zalimler, bu soygun ve sömürü çarkı, tarihten gün çalıyor.
Ustam, yoldaşım Nâzım’ın dediği gibi:
“Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akarsuyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
– çürüyen diş, dökülen et -,
bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…”
Sevgili Berkin; torunum yaşındaydın ve yarın seni bu çocuk yaşta yıldızlara uğurlayacağız. Gözümüzde ve gönlümüzde hep böyle ilk gençlik çağını süren bir fidan olarak kalacaksın. Ne var ki senin kaybından duyduğumuz acı ve seni katleden katillere ve katliam düzenine duyduğumuz öfke gittikçe büyüyecek; çocukların öldürülmediği, şeker de yiyebildiği, bayram yeri gibi cıvıl cıvıl bir Türkiye, bir Ortadoğu, bir dünya yaratma kavgamızı ateşlemeye devam edecek. Anneni ve babanı birazcık teselli eder mi bilmiyorum ama, sen çilekeş, vicdanlı ve bilge Anadolu halklarının yüreklerinin derinliklerine gömdüğü bir evladısın, biz yaşlıların torunu, genç devrimcilerin yeğeni, kardeşi, yaşıtlarının arkadaşısın. Ne çok insan, bu ülkenin zulme ve haksızlığa uğramış tüm insanları seni yüreklerine sardılar, kötü bir haber alacağız diye korkarak beklediler ve şimdi de senin için gözyaşı döküyoruz. Ve ne yazık ki kimi insansılar da; çalıp çırpmaya, gün yirmi dört saat yalan makinesi gibi çalışarak ve düzeni ayakta tutan ‘devlet’ devlet dediğimiz zulüm makinesini en gaddar biçimde kullanarak kendi siyasal iktidarının ömrünü uzatmaya çalışıyor.
Oysa korkunun ecele faydası yoktur. Neyin nedeninin ne olduğunu, ne istediğimizi ve nelere ihtiyaç duyduğumuzu çok iyi biliyoruz artık.
11 Mart 2014