Aşk’a Dair Saçmalar


“Dinleyin ey yarenler, aşk bir güneşe benzer.
Aşkı olmayan gönül misali taşa benzer.”

Yunus EMRE

Aşka dair konuşmak, aşkı tanımlamaya çalışmak, saçmalamayı baştan göze almaktır bence. Ne var ki saçmalamaktan korkup sırf bu nedenle herhangi bir konu üzerinde konuşmamak, yazmamak ise; düşünmemek, üretmemek, anlamaya çalışmamak demektir. Bu ise saçmalamaktan daha büyük bir saçmalıktır.

Bu yazıda -elbette kesin sonuçlara varmak gibi, bir saçma iddiada bulunmadan- aşk üzerinde düşünmek, konuşmak ve özgürce saçmalamak istiyorum.

Nedir Aşk?

Tutkulu bir sevgi mi? Yoksa milyarlarca insan arasından birini seçip onsuz edememek; onu kendisi için en vazgeçilmez, en önemli, en özel bir kişi haline dönüştürmek mi? Shelley, “ Aşk, kendini tamamen unutup, yalnız sevgilisinin mutluluğunu aramaktır.” diye tanımlıyor aşkı. Belki de aşk; sevgi ile nefret arasında, bencillikle en büyük özveriler arasında salınıp duran bir duygu… Ya da kişideki bütün yıkıcı ve yaratıcı iç güçleri ortaya çıkaran bir bireysel ihtilal

Belki de aşk, Hasanoğlan köyünde yaşlı bir köylünün, Sabahattin Eyüboğlu’nun “Emmi, sence nedir aşk ?”sorusuna verdiği karşılıkta gerçek tanımını bulmaktadır: “Aşk mı evlât? Birin seven, gavuşaman; aşk olur.”

Yoksa aşk, Yunus’leyin büyük bir mutluluk kaynağı mıdır? “Aşk gelicek (gelince) cümle dertler biter.” mi? Ya da bunun tam tersi Fuzulî’nin dile getirdiği gibi aşk uğruna yanıp tutuşarak acılar çekmek ve bu dertten kurtulmayı ölüm sayacak kadar ‘zevki, acısında olan’ bir hastalık mı?

Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb
Kılma dermân kim, helâkim
zehri dermânındadır
Fuzulî

Standhal ise güzellik ve tehlike diyalektiğini eşsiz bir şiirsellikle dile getiriyor :
“Aşk rengarenk bir çiçektir; ama yetiştiği yer müthiş uçurumların kenarlarıdır.” 
Söylemeye gerek yok; o güzelliğe ulaşabilmek için gözünü kırpmadan o uçurumlara tırmanmak gerekir.

Aşkın elbette olmazsa olmaz bir yönü de cinselliktir. Ne derler, Nasrettin Hoca’ya sormuşlar bir gün :
“ Hocam hiç aşık oldun mu?” “Tam olacaktım ki, üstümüze geldiler.” demiş Sevgili Hoca. Bu yönü de var aşkın.

Sevgilimiz bizim için biriciktir; en önemli, en vazgeçilmez kişidir. Çünkü “Aşk bir erkeğin veya bir kadının, bir başkasını her şeyin üstünde görmesidir (Tolstoy).” Böylesine yücelttiğiniz bir sevgiliyi elbette kıskanırsınız, bir mani’mizde çok büyük bir incelikle dile getirilir bu duygu: “Başımın bahtı yârim / Gönlümün tahtı yarim / Yüzünde göz izi var / Sana kim baktı yârim.” Yüzündeki göz izi bile içinizi kanatan bu insanı kaybetmek ise en büyük yıkımdır elbette ve bu, korkunç bir yalnızlık demektir. Lamartin bu duyguyu şöyle dile getiriyor: “Bir tek kişi ayrılır sizden, bütün dünya ıpıssız bir çöle döner.”

Bence aşk, tek başına bunların hiç biri değildir. Peki nedir aşk? Benim tanımım şöyle:

Aşk; en başta tutkulu bir sevgi olmak üzere, nefret, acı, üzüntü, özlem, kıskançlık, bencillik, özveri, romantizm, delice bir cesaret, büyük korkular, tutkulu bir erotizm…gibi bütün bu duyguların tümü ve bunların toplamından çok daha şiddetlisi ve çok daha fazlasıdır.

Aklı başında aşk yoktur

Yukarıdaki tanım bence en başta şunu gösteriyor ki, aklı başında aşk yoktur. Yani aşkın gelişi, aklın gidişidir. Aklı başında mantıklı kuralların yönettiği bir ilişki değildir aşk. Aşkta rasyonelliğinin yeri yoktur. “Tamam, bugün görüşmesek de olur; sen işlerini kolayla da hafta sonu görüşürüz.” diyebiliyorsanız, böylesi bir ilişki aşk adını almaya hak kazanamaz.

Aşkın içini boşaltmak

Hele bir de aşkın içinin boşaltıldığı kimi durumlar vardır ki, ‘aşk’ kavramına gerçekten yazık ediliyor. Tıpkı “Lan sayın Millet vekili” der gibi, kavga eden karı kocanın “Aşkım, çıldırtma beni!” demesi, ya da annenin çocuğuna “Ama aşkım, yemezsen küserim.” veya kocasına “Aşkım, çıkarken çöpü almayı unutma!.” diye seslenmesi gerçekten aşkın o muhteşem zenginliğini yok ediyor böyle böyle, Yüksel Hoca’nın dediği gibi “içi boşaltılıyor aşkın”. Bunu görmek, aşka saygı göstermek, onun muhteşem zenginliğini korumak gerekir. Gülten Akın, “İlk Yaz” şiirinde:

“ Ah kimsenin vakti yok
Durup ince şeyler düşünmeye” 

dese de da aşka bu saygıyı göstermeliyiz.

Aşkın ömrü

Ya aşkın ömrü için ne düşünmeli, ne söylemeli. Aşk, öylesine şiddetli bir duygudur ki, aşıksanız bunun sonsuza kadar süreceğine dair başınız üzerine yemin edebilirsiniz . Bu, yanıltıcı bir duygudur. Çünkü aşk sonsuza kadar sürüp gitmez ve kendi evrimi içinde aşk hep aynı şiddette yaşanmaz, yaşanamaz. Çünkü bir organizma bu şiddette bir gerilime uzun süre dayanamaz.

Yani her şey gibi aşkın da bir ömrü vardır; gün gelir biter. Fakat bu ömür ne kadardır?

Bu konuda kesin bir şey söylenemez. Birkaç hafta da sürebilir, yıllarca da. Ne var ki aşkın ömrünü koşullandıran bir iki durumdan söz edebiliyoruz. Doğmakta olan bir aşkı engelleyen hiçbir şey yoksa, ilişki doğal akışı içinde kısa sürede olgunlaşıp doygunluğa ulaşırsa, ömrü pek uzun olmaz böylesi bir aşkın. “Aşk değişmeyince ölür.” diyor Ahmet Haşim. Feriduddin Attar ise “Sorunsuz aşk, tam aşk değildir.” diyor. Önündeki engeller, tehlikeler ne denli büyükse; aşk ve tutkunun şiddeti o ölçüde artar ve aşkın ömrü uzar.

Bir de âşık çiftin yaratıcılığı, olgunluğu, iç zenginliği, aşklarına verdikleri emek… aşkın ömrünü uzatır. Tekdüze yürüyen bir ilişki yerine; sürprizlerle, tartışmalarla, birlikte sevilerek yapılan uğraşılarla, ayakları yerden kesen romantizmle, aşkın için göze aldığın tehlikeler ve özverilerle bir aşkı dolu dolu ve daha uzun yaşayabilirsiniz. Dolayısıyla bu noktada aşkı taşıyabilecek olgunlukta zengin bir iç dünyasına, bilince, yaratıcılığa sahip olmak; aşkı zenginleştirir, ömrünü uzatır. Leonardo Usta, “İnsan ne kadar büyük ruhlu olursa, aşkı da o ölçüde derinden hisseder.” diyor. Kimbilir, belki de Nâzım;

“Yalnız biz biliriz sevmeyi;
Hasret yalnız bizde güzeldir.” 

derken, bunu demek istiyordu.

Aşk, yaratıcı çılgınlığın önündeki bütün bentleri yıkıp atar. Aşkı akıl ve mantıkla zincirlemeye çalışmak, ona yazık etmektir. Hayatın ancak şanslı olanlarımıza sunduğu bu müthiş armağan delice, çılgınca, doya doya yaşanmalıdır. Ayakları yerden kesmeli, romantizmin doruklarına çıkarmalı, özletmeli, acı çektirmeli, çıldırasıya mutlu etmelidir.

Evet, aşk bize sunulmuş en büyük ve en muhteşem bir armağandır; değerini bilmeli, aşkı en yoğun biçimde ve cesurca yaşamalı, ömrünü uzatmalıyız.

Aşkımızı Yaşatmak Uğruna

Aşkın ömrü nasıl uzatılabilir? Bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Hiç olmaz olur mu? Bu konuda basit ve önemsiz görünen; fakat etkisi büyük olan küçük dikkatler gerekiyor. Özellikle erkek milletinedir sözüm; özel günleri sakın ola ki unutmayın. Aşkınızın başlangıç döneminde içiniz tutuşarak söylediğiniz sevgi sözcüklerini sonraları da yerli yerinde ve yaratıcı biçimde söylemeyi unutmayın.

Çok önemli bir etken, ekonomik sıkıntıdır. Cervantes, “Aşkın en büyük düşmanı, açlık ve sürekli yoksulluktur.”diyor. Yoksul insanlar, birbirlerini yemeye başladıklarında, aşklarını da yemeye başlarlar. Haklısınız, atalarımız : “İki gönül bir olunca., samanlık seyran olur.” demişler ama; “İki çıplak da olsa olsa bir hamama yakışır.” diye de eklemişler hemen ardından. Aşkınızı yaşatabilmek için sefaleti de yenebilmelisiniz.

Bir de nezaket, yalnızca yabancılara gösterilmesi gereken dışarılık bir giysi değildir; özellikle sevdiğimize, sevdiklerimize gösterilmelidir. Kabalık, incelikten yoksun davranışlar en güzel duyguları örseleyip zehirler, en güçlü tutkuları bile öldürür. Emile Zola, “ Saygı olmayan yer de aşk da yoktur.” diyor haklı olarak.

Öyle sanıyorum ki en önemlisi de şu: En uzun ömürlü aşklar, sürekli ve karşılıklı olarak birbirleri için bir şeyler yapan çiftlerin arasında yeşerip kökleşemiyor. Birlikte çok severek yapacakları, hayranlık ve yaratıcılığın hazzını duyacakları değişik etkinliklerde bulunabilen çiftlerin aşklar çok uzun ömürlü oluyor. Çünkü “Aşk, ancak, sadece birbirlerini değil; başka şeyleri de birlikte sevdikleri vakit uzun sürer.” Walter Lippman , bu özdeyişinde, benim asıl demek istediğimi ne güzel dile getiriyor.

Aragon: “Gerçek aşk, karşı karşıya geçip büyük bir hayranlıkla birbirlerinin yüzlerine bakan çiftler arasında değil, aynı yöne bakan çiftler arasında kökleşip yeşerir.” der bir özdeyişinde. Hele bu bakışı, baktığınız yöne ve yere –örneğin yüce bir hedefe- doğru heyecanlı bir yolculuk, bir serüven, uzun ve bilinmezlerle dolu bir yaşam tarzına dönüştürmeyi başarabilirseniz böylesi bir aşk; aşktan da öte bir aşk ve sevgi gibi uzun ömürlü olacaktır.

Peki bunlara özen göstermezsek, yani aşkımıza emek vermezsek ne olur, diyeceksiniz. Çok güzel bir şeyi çok kötü yaşamış, olağanüstü güzellikte olan bir değeri bozuk para gibi harcamış oluruz; yani aşkımıza kıymış oluruz.Kısa süre sonra da özellikle erkekler hırçınlık ve dırdırdan şikâyet etmeye başlar. Sonra da aşk büsbütün ölür. Arkasından, yapmadıklarının pişmanlığı içinde –ve elbette kişinin düzeyine göre- arabesk dinleyerek yapayalnız rakı içmelere kadar varır sonu..

Sözün özü, ben derim ki; yaşamımızın en derin, en özel, en güzel ve belki de bir defaya mahsus duygusunu, heba etmeyin. Aşkınızı güzel, dolu dolu ve uzun yaşayın.

Dilerim aşkınızı, zamanla kalıcı bir dostluğa; dayanışma, güven, özveri duygularıyla pekişen uzun ömürlü bir sevgiye dönüştürmeyi başarabilesiniz. Örneğin Aragon gibi kırk yıllık sevgiliniz olan eşinize onca yıl sonra şöyle seslenebilirsiniz:

“Bir mucize seninle birlikte olmak
Hep titrerim seni gördükçe
İlk buluşmasına giden bir delikanlıya
kendimi benzeterek…”

Benim için en önemliyi en sona bıraktım: Benim aşkım; yalnızca aşkım, kadınım olmamalı; aynı zamanda birlikte yaşanası bir özgürlükler dünyasını düşlemeli ve bu uğurda savaşmalıyız. Özetle yüreklerimiz, kavgamız, düşlerimiz birleşip kaynaşmalı ve büyük olmalı. Tıpkı Elsa ile Aragon gibi. Ve ben, bir devrimci, çılgın bir romantik olan Jack London ile birlikte diyorum ki: “Dünyada en çok sahip olmak istediğim ve en büyük değeri verdiğim iki şey var: Aşk ve Özgürlük. Aşkım uğruna gerekirse gözümü kırpmadan hayatımı veririm; fakat özgürlük uğruna aşkımı da feda ederim.” 

Bir 68’li elbette en çok bu sözü sevecekti.

Yusuf ERDEM
Maltepe, 14 Mart 2007-Sevgililer Günü
( MAVİ Dergisi, Mart 2007 sayısı )