DAYANIŞMAYA, BİLİME, SANATA, ÖRGÜTLENMEYE…
Yusuf ERDEM
Taner Timur hoca; son OHAL kararnamesiyle öğrencileri ve kürsüleri ellerinden alınan, işten atılarak açlığa mahkûm edilmek istenen bilim insanlarımız ve görevine son verilen –çoğu EĞİTİM-SEN üyesi- binlerce öğretmen arkadaşımız için duygularını ortaya koyan kısa gönderisini şu tümceyle bitiriyordu: “Eminim ki son günlerde görevine son verilen değerli bilim adamları, 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra olduğu gibi, onurlarıyla, başları dik olarak yuvaya tekrar dönecekler…”
Eski bir 1402’lik bir hoca olarak ben de öyle düşünüyorum. TÖS, TÖB-DER mücadele geleneğini içten yaşamış bir öğretmen, 12 Eylül’ün kıyımına uğramış bir 1402’lik olarak öfkem ve tepkim büyük. Ne var ki bu öfke ve tepki bize tarihsel devrimci dayanışma geleneğimizi, bu durumun bizlere yüklediği önemli sorumluluklar ve görevleri unutturmamalı.
Elbette bu durum, hiç de şaşırtıcı değil. 15 Temmuz darbesini “Allah’ın bir lütfu” olarak gören; olaydan tam beş gün sonra OHAL’le kendi faşist darbesini gerçekleştiren; kendisi gibi düşünmeyen herkesi ‘terörist’ ilan eden, kitabı ve kalemi ateşli silahlardan çok daha tehlikeli birer terör silahı olarak niteleyen; bilimin, sanatın ve özgür düşüncenin aydınlığından ve iktidarı kaybetmekten ölümden korkar gibi korkan ve hepsinden OHAL yönetimini sürekli kılmayı tek çare olarak gören bir zihniyetten çok daha ötesini de beklemek gerekir. Ne var ki onların neyi istediğinden daha çok, bizim neyi istemediğimiz ve özellikle neyi istediğimiz ve bu değerler uğruna nasıl bir mücadele verdiğimiz önemli ve belirleyici olacaktır.
Bu sorumluluklarımızı vurgulamak için birkaç satırlık yorum yazdım. Bu satırları geliştirerek sizlerle paylaşmayı uygun bulundum:
Bence şimdi en sıkı, en sıcak, en kardeşçe dayanışmayı örgütlemenin tam zamanıdır.
*****
Bir önerilerime, bir arkadaş “Çoook zor hocam!” diye yorum göndermiş. Evet, oldukça zor. Ama tepki ve öfkeyi umuda dönüştürmenin başka bir yolu da yok.
Ayrıca bunun mümkün olduğunu kendi yaşamından biliyorum. 12 Eylül sonrasında 8 yıllık kaçaklık sırasında en az yüz evde uzun ve kısa süreli konuk edildim. Yazdığım iki kitap, insanlarımızın dayanışmasıyla gün ışığına kavuşabilmişti. Konuk olduğum emekli bir öğretmenin bana sezdirmemeye çalışarak gidip borç bulduğunu, parkamın cebine gizlice harçlık koyduğunu, Tuzluçayır’da bir evde bıraktığım eşim ve çocuğumuza yoldaşlarımın ailelerinin ve özellikle Alevi komşularımızın yıllarca sahip çıktığını… yaşadım. Ne zaman ki sınıfımızdan, halkımızdan uzak düştük; işçileri, kent yoksullarını ve halkımızı patronların, din ve uyuşturucu baronlarının insafına terk ettik; ne zaman ki örgütsüzleştirilmiş geniş yığınları milliyetçi ve dinci demagog politikacıların etkisine terk ettik; işte o günden sonra kendimizi güçsüz ve çaresiz hissetmeye başladık.
Yönetim krizini en yoğun biçimde yaşayın düşman sınıfın bu yoğun saldırılarına karşı; karamsarlığın karanlık örtüsünü silkip atarak; tam bir devrimci iyimserlikle dayanışmayı örgütlemeye, örgütlenmeye, bilginin, bilincin, bilimin ve sanatın ışığında doğrulup ayağa kalkarak atağa geçmeye ihtiyacımız var. Adı güzel, aklı güzel Marks’ın dediği gibi emeğiyle geçinen biz sıradan insanlar; eğer örgütlü, bilinçli ve devrimci isek her şeyiz; değilsek hiçbir şeyiz. Her şey olmalıyız; kendi kaderimize ve tüm insanlığın kaderine el koymalıyız.
Tarihin bu momentinin omuzlarımıza yüklediği görev: Bilinç, örgütlülük, dayanışma ve cüretkâr bir mücadele! Bilelim ki düşman sınıfın ve onun kifayetsiz zalim siyasi temsilcilerinin tamamen haksız ve geleceksiz olmaları, bizimse sonuna kadar haklı olduğumuza dair kesin inancımız bizim asıl güç kaynağımızdır. Onlar geleceğe korkuyla bakıyorlar; biz ise geleceğin bize ait olduğunu biliyoruz.