Eflatun, diyaloglarından birinde Mitologya’dan aldığı şöyle bir efsaneyi aktarır: Çok eskiden insan soyu, kadın ile erkek biçiminde iki farklı değil, bir bütün, tek bir varlıkmış. Ve o çağlarda düz ve köşeli şekil ve varlıklardan nefret edilirmiş; en güzel, en gözde, en beğenilen biçim, yuvarlak hatlı varlıklarmış. O çağın insanı da bütün bir elma, bir portakal gibi yuvarlak varlıklarmış ve yuvarlanarak hareket ederlermiş.
İnsanlar, her ne yapmışlarsa bir seferinde Olimpos’un ölümsüz tanılarını çok kızdırmışlar. Baba Tanrı Zeus da o müthiş öfkesiyle insanı tam ortasından kadın ve erkek diye iki ayrı parçaya bölmüş.
Efsaneye göre, işte bu yüzden tek başına kendini eksik ve çok güçsüz hisseden kadın ile erkek, o günden bu güne tekrar eski bütünlüklerine kavuşabilmek için sürekli birbirlerinin peşinde koşarlarmış.
Efsanelerden çoğunun bir insanî ve/veya toplumsal gerçekliği çok çarpıcı bir biçimde otaya koyma gücü vardır. Bence bu mit de birbirini tamamlayıp zenginleştirerek tam bir bütünlüğe kavuşabilmeye can atan iki eşit parçadan söz ederken son derece önemli bir ilkeyi dile getiriyor.
Kökleri binlerce yıl ötelere uzanan kadın sorununun temelinde yatan sorun, bence eşitsizlik sorunudur. İlk toplumsal iş bölümünün cinsiyetler arasında doğmasıyla birlikte kadın ikinci plana itilmiş, eşitsiz bir ilişkiye mahkum edilmiştir. Bu eşitsizliği meşrulaştıran eşitsizlik kültürü olan patriyarkal kültür, bu eşitsiz ilişkiler temeli üzerinde şekillenip kökleşmiştir. Dinler ve özellikle tek tanrılı İbrahimî dinler ise bu eşitsizliği kutsal metinlere bağlamıştır. Böylece kadına reva görülen kölelik statüsü yalnızca geleneksel, kültürel değil; aynı zamanda dinsel bir meşruiyet kazanmıştır. Kadını sürekli aşağılayan günlük pratik ise bu kültürü hayatın bütün alanlarında ve günlük yaşamın her anında her gün yeniden üretip pekiştirmeye devam etmektedir.
*****
Kadın sorununun günümüzde görünümüne ilişkin birkaç temel gözlem ve düşüncenin altını çizmek, canımızı acıtsa da bu noktaları duruca bilince çıkarmakta yarar var:
Tıpkı yukarıdaki örneklerde olduğu gibi erkek egemenliğini, yani patriyarkal kültürü sürekli üretip aktaranlar, öncelikle kadınlar (erkek çocuk anneleri, erkek torunları büyüten büyük anneler…) olmuştur. En acısı ise kız çocuklarına erkeleri buyurgan birer efendi olarak benimseten, kızları ezik birer köle gibi yetiştirenler de kadınlardır. Tıpkı burjuva egemenliği gibi erkek egemenliği de asıl gücünü güç ve şiddet ve korkudan çok, bu “rıza”, bu gönüllü boyun eğme alışkanlığı ve anlayışından almaktadır.
O HALDE;
Şu çok iyi bilinen ve tazeliğinden hiçbir şey yitirmemiş olan ve bence çok değerli bir tespittir: Toplumun yarısını oluşturan, diğer yarısını da doğurup yetiştiren “… kadınların var güçleriyle katılmadığı hiçbir toplumsal mücadele, başarıya ulamaz.”(Lenin) O halde kadınlarımız dört duvar arasından ve “mutfağın aptallaştırıcı ortamı”ndan kurtulup daha örgütlü ve daha kitlesel olarak eşitlik ve özgürlük mücadelesine katılmalıdırlar.
Kadın hareketi, özgürlük ve eşitlik mücadelesini aynı anda ve aynı derecede önemsemeli ve ezilenlerin ve insanlığın bu iki evrensel özlemini mücadelelerinde birleştirip kaynaştırmalıdırlar. Bu iki ilke birbirini besleyen, biri öbürünü gerekli kılan diyalektik bir ilişki içindedir. Özgürleşmeden eşitlik için savaşamazsınız; mülksüzleştirenleri mülksüzleştirip eşitliği yaşama geçirerek kurumlaştırmadan (yani ücretli köleliği yok etmeden) ve erkek egemenliğini yıkmadan özgürlüğü yaşatıp kökleştiremezsiniz.
Albert Einstein, bir özdeyişinde “Önyargıları yok etmek, atomu parçalamaktan daha zordur.” Binlerce yıllık geçmişi olan, kutsal kitaplarla da meşrulaştırılan ve erkek-kadın tümümüzce de içselleştirilmiş olan patriyarkal kültürü yıkıp etkisiz kılmak çok çetin ve sürekli bir mücadeleyi gerektirir. Ve eşitlik idesi, her gün yeniden fethedilmelidir. Antonio Gramsci, “En büyük devrim, alışkanlıklar karşısında zafere ulaştırılan devrimdir.” sözüyle, hem toplumsal, hem bireysel planda çok önemli bir gerçeği dile getirmektedir.
Öyleyse tıpkı emekçilerin de bilinçlerinde içselleştirip taşıdıkları sömürü kültürü gibi, erkek egemen kültürü de yok etmenin çok güç olduğunu bilmek, uzun soluklu çetin bir ideolojik savaşı göze almak gerekir. Ve bu mücadele içinde eşitliğin kültürünü kökleştirip yeşertmek şarttır. Farkındalığı sürekli geliştirmek, dupduru ve savaşkan bir eşitlik bilincini yaygınlaştırıp derinleştirmek şarttır. Siyasi ve toplumsal yaşamda en ağır bedelleri ödeyerek özgürlük ve eşitlik uğruna savaşmış olan sosyalistlerin, evin eşiğinden içeri adım attıkları anda birer senyör olmaktan vazgeçmelerini sağlamak şarttır. Sosyalist devrim olur olmaz erkek egemenliğinin otomatik olarak ortadan kalkmadığının ve kalkmayacağının bilince çıkarılması gereklidir.
Yeni bir kültür yaratmalıyız veya yarattığımız eşitlik ve özgürlük kültürünü zenginleştirip yaygınlaştırmalıyız. Bunun temel iki kaynağı; gittikçe güçlenen kadın hareketinin ürettiği eşitlik kültürü ile sosyalist mücadelenin yarattığı eşitlik kültürünün sentezidir. Ve elbette Alevi toplumu ve Anadolu kültüründe –serpilip gelişmesine fırsat verilmemiş olsa da, filiz halinde olsa da yaşama gücünü ve direncini koruyan- eşitlik ve komün kültürü ile son yirmi küsur yıldır özgürlüğü ve onuru için ayağa kalkan Kürt kadınının dokuduğu eşitlik ve özgürlük kültüründen beslenmek gerekir. Tarihsel ve toplumsal köklerimizden güç alarak mücadele içinde zenginleştireceğimiz eşitlik ve özgürlük kültürü, geleceğimizin kültürü olacaktır. Bu sentez; gelecekteki eşitlik, özgürlük, barış ve kardeşlik dünyamızın kültürünün de temeli olacaktır.
Tüm bu özlem, dilek ve düşüncelerle 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, erkek egemen iktidara, şiddete ve sömürü düzenine karşı; kadının özgürlüğü ve kurtuluşu için, eşitlik, özgürlük ve barış için tüm dünya kadınlarıyla birlikte seslerini yükselten tüm kadınlarımızı kutluyorum.
Yusuf ERDEM – 08 Mart 2011, Maltepe