Sevgili Gülten AKIN abla, ünlü “İLKYAZ “ şiirine şu dizelerle başlar: “İLKYAZ Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı Bakıp kapatıyorlar Geceye giriyor türküler ve ince şeyler …” Yönetenlerin eski araç ve yöntemlerle (baskı, sömürü, zulüm; inkâr, şiddet, imha) yönetemediği; ezilenlerin bir yandan onuru, dili, kültürü, özgürlüğü; bir yandan inancını özgürce yaşayabilme; öte yandan emeği, ekmeği uğruna; barış, demokrasi, özgürlük uğruna direndiği; yani eskisi gibi yönetilmeyi reddettiği; haklar, özgürlükler ve temelde sınıflar mücadelesinin bir hayli sert geçtiği böylesi bir dönemde şiirden söz etmenin çok “naif” bir tutum olduğunu düşünebilirsiniz. Öyle…
Ankara’da her nisan kırkikindi yağmurlarıgüneşin ta içinden yağardı; Güneşin ta içinden geçip benim yüreğime yağardı Ve bozkkırın o canım parlak güneşi her sabah içime doğardı. Tarihte yıldızların parladığı zamanlardı ve 1968 devrim fırtınası esmekteydi her kıtada Ve ben on sekizinde kanı deli deli akan acar bir delikanlı ki Kökleri ta derinlerinde tarihin ve Anadolu toprağının Ayakları yerde, başı yıldızlarda Gözleri gelegeğin güneşli günlerinde Geleceğin eşitlik ve kardeşlik Geleceğin bolluk ve özgürlük dünyasında… Yiğit, adanmış, tepeden tırnağa coşkudan ibaret Her uzvu umutla, inançla yoğrulmuş Tarihin nabzı nabızlarında atmakta Genç bir savaşçı ki On binlerce genç savaşçıdan yalnızca biri… Bu delikanlı şimdi tam altmış yaşında…
Kalebentim bu Şehr-i Stanbul’da Yani ki kentte sürgünüm müebbet Bileklerimde, ayaklarımda,boynumda paslı görünmez zincirler… Cok fazla beton grisi, Bir hayli yanık kiremit kırmızısı kaldırımlarda Ve payıma düşen çokça sorumluluk ve görev Ve güzelim insanlarımın payına düşen en acısından yoksulluk, en koyusundan sefalet Tanrı aşkına bana bana biraz yeşil, Birazcık papatya sarısı ve yanında iki sap gelincik kırmızısı Birkaç nefes kekik yüklü rüzgar Bir avuç da kayanın yarığından fışkıran kaynak suyu ve yağmur sonrası bostanda toprak kokusu Eğer isterseniz size istediğiniz kadar asfalt siyahı Ve yanında motor sesi, korna sesi, acı fren sesi,vinç gıcırtısı Ve istemediğiniz kadar insan, ki insanlığını unutmuş tarafından Bir de yığınlar arasında…
Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri için felsefe yapıyorlardı, çünkü Ekmeklerini köleler veriyordu onlara; Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini Köle sahipleri veriyordu onlara. Ve yıkıldı gitti Likya. Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara; Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini Felsefe veriyordu onlara. Ve yıkıldı gitti Likya. Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi. Ekmeğin sahipsiz felsefesini Felsefenin sahipsiz ekmeği. Ve yıkıldı gitti Likya. Hala yeşil bir defne ormanı altında. Melih Cevdet ANDAY
Bir yaz yağmuru yağdı içime ezildi iri üzüm taneleri camlarımda gözleri kamaştı yapraklarımın Bir yaz yağmuru yağdı içime gümüş güvercinler uçtu damarlarımdan koştu yalnayak toprağım Bir yaz yağmuru yağdı içime tıramvayıma atladı bir kadın ak baldırları ıslak Bir yaz yağmuru yağdı içime içimdeki kederi serinletmeksizin Bir yaz yağmuru yağdı içime ansızın başladı dindi ansızın eski yerinde duruyor sıcaklık kör demiryolunda paslı kalın 4 Ağustos 1960 Nâzım Hikmet
Niçin öldün Nâzım? Ne yaparız şimdi biz şarkılarından yoksun? Nerde buluruz başka bir pınar ki onda bizi karşıladığın gülümseme olsun? Seninki gibi ateşle su karışık acıyla sevinç dolu, gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım? Kardeşim, öyle derin duygular, düşünceler yarattın ki bende, denizden esen acı rüzgâr kapacak olsa bunları bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir, yaşarken seçtiğin ve ölümden sonra sana barınak olan oraya, uzak toprağa düşerler. Al sana bir demet Şili kasımpatlarından, al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını, halkların savaşını, kendi dövüşümü ve yurdumun kederli davullarının boğuk gürültüsünü kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz, çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen yüzüne hasret, benim için ekmek…
Yayan yapıldak düşerem yollara, Çakır dikenler görürem korkmuram. Seyredirem ıssız biyabanları, Yaban canlılar görürem, korkmuram. Kâh oluram denizlerde kayıkçı, Dalgalı tufan görürem korkmuram. Kâh çıkarım sahile, her yanda Kalaba vahşiler görürem, korkmuram. Kâh sabaha dek vururam dağlara Yangınlı balkan görürem, korkmuram. Kâh inerem gölgeli ormanlara, Yırtıcı hayvan görürem, kormuram. Bazen yönelip savanlara, Bir sürü aslan görürem, korkmuram.Mezarlıklarda tuturam kâh mekân, Orada hortlak görürem, korkmuram. Menzil olur kâh bana viraneler, Cin görürem, can görürem, korkmuram. Bu kürre-i arzda ben, muhtasar, Muhtelif elven görürem, korkmuram. Yurt dışında da hatta gezip çok tuhaf insan görürem, korkmuram. Lakin bu korkmazlıkla, doğrusu, Arkadaş, vallahi, billahi, tillahi, Nerde müselman görürsem, korkuram. Sebepsiz korkmuram, özü…
Yavaş yavaş ölürler Alışkanlıklarına esir olanlar Her gün aynı yolları yürüyenler, Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler, Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler, Bir yabancı ile konuşmayanlar. Yavaş yavaş ölürler Heyecanlardan kaçınanlar, Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar. Yavaş yavaş ölürler Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler, Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar, Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar. Yavaş yavaş ölürler Seyahat etmeyenler Yavaş yavaş ölürler Okumayanlar, müzik dinlemeyenler Vicdanlarında hoşgörü barındırmayanlar. Pablo NERUDA
Hava ne kadar güzel öğretmenim Yollar ağaçlar kuşlar ne kadar güzel Yeryüzü pırıl pırıl öğretmenim Gizlisi saklısı kalmamış dünyanın Nesi var nesi yoksa dökmüş ortaya Bütün bitkiler, bütün hayvanlar, bütün taşlar Sürüngenler, konglomeralar, serhaslar Hepsi hepsi ortada öğretmenim. Ne olur biz de gidelim Burda kalsın kitaplar Burda kalsın iğneli karafatmalar Kollarından bacaklarından gerilmiş kurbağalar Burda kalsın hepsi Bomboş kalsın hepsi Bomboş kalsın evler okullar Hapishaneler, hastaneler… Öğretmenim, sevgili öğretmenim Sırtımıza alırız hastaları Kim bilir ne özlemişlerdir kırları… Ya mahpuslar. Ne sevinirler kimbilir Sarılıp sarılıp öperler adamı?… Melih Cevdet ANDAY
Bir çift güvercin havalansa Yanık yanık koksa karanfil Değil bu anılacak şey değil Apansız geliyor aklıma Neredeyse gün doğacaktı Herkes gibi kalkacaktınız Belki daha uykunuz da vardı Geceniz geliyor aklıma Sevdiğim çiçek adları gibi Sevdiğim sokak adları gibi Bütün sevdiklerimin adları gibi Adınız geliyor aklıma Rahat döşeklerin utanması bundan Öpüşürken bu dalgınlık bundan Tel örgünün deliğinde buluşan Parmaklarınız geliyor aklıma Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm Kahramanlıklar okudum tarihte Çağımıza yakışan vakur, sade Davranışınız geliyor aklıma Bir çift güvercin havalansa Yanık yanık koksa karanfil Değil unutulur şey değil Çaresiz geliyor aklıma. …